Evrensel Gazetesi yazarı Şenay Aydemir, bu hafta vizyone giren belgeseli köşesine taşıdı. Aydemir’İn “Müslüm’ün yapımcısından Amy Winehouse” başlıklı yazısı şöyle:
“2019’da kaybettiğimiz meslektaşım, arkadaşım Cüneyt Cebenoyan, Birgün gazetesinin 24 Ekim 2015 tarihli sayısında Asif Kapadia’nın “Amy” belgeseli hakkında şöyle yazmış: “Pop dünyasının raf ömrü 27 yıl olan ürünleri var: Janis Joplin, Jimi Hendrix, Jim Morrison ve Kurt Cobain gibi. Ortak özellikleri çok önemli sanatçılar olmaları. Yaralı ruhlar olmaları. Her birinin uyuşturucuya ihtiyaç duyuran acıları olması. Sinir uçları açıkta yaşamaları, kendilerini koruyamamaları. Ve nihayetinde onların etinden, sütünden sonuna kadar yararlanmak için salyaları akarak bekleyen çakalların, müzik şirketlerinin elinde heba olup gitmeleri.”[1]
Müzik dünyasında 27 yaş uğursuzluğu var mı bilinmez ama “Amy” belgeseli kendisini yok etme eğilimindeki Amy Winehouse’un dünyasını kimi eksik gediklerine rağmen güçlü bir biçimde anlatıyordu. Oysa bu hafta itibarıyla salonlardaki yerine alan Matt Greenhalgh’ın yazıp Sam Taylor-Johnson’ın yönettiği “Back to Black” için bunu söyleyemeyeceğiz. Film, kısa zamanda büyük bir müzik ikonu haline gelen Amy Winehouse’un hayatını, ergenlikten yetişkinliğe ele alırken, el attığı hiçbir alanda derinlik sağlayamıyor. Üstelik ne babasını, ne arızalı sevgilisi Blake’i ne hayatını sürekli taciz eden medyayı ne de müzik dünyasının acımasızlığını ikna edici bir biçimde anlatabiliyor. Oysa Amy Winehouse bir yanıyla muhteşem bir yorumcu ve besteci olsa da diğer yanıyla yukarıdakileri idare etmeye çalışırken düştüğü çukurdan çıkamayan bir kadındı.
“Back to Black”, bizim yerli ve milli biyografi filmlerinden aşina olduğumuz üzere karakterin hayatındaki satır başlarının üzerinden geçen, iç dünyasını, onu var eden koşulları görmeyip kamuoyundaki imajı üzerine oynayan yapımlardan. Bu bakımdan insan izlerken “Acaba Müslüm ve Ayla’nın yapımcısından mı?” diye düşünmeden edemiyor.
“Amy” belgeselinde özellikle babası ve sevgilisi Blake’in genç kadın üzerindeki etkisini görebiliyorduk. Anne babanın boşanması sonrası düştüğü durum, bunun karakteri üzerinde yarattığı etkileri de. Oysa burada anne (belki de yasal sebeplerle) hikayenin parçası haline gelemiyor bir türlü. Baba da (Yine aynı sebeple olabilir) hoşgörülü, kızını koruyan kollayan bir adam olarak kurgulanıyor. Oysa kimi koşullara babasının onu zorladığı herkes tarafından bilinen bir gerçek artık. Benzer şekilde büyük bir tutkuyla aşık olduğu ve kısa bir dönem evli kaldığı Blake Fielder’ın etkisine de tam olarak mazhar olamıyoruz. Hatta Blake karakteri Amy’yi kendisinden uzaklaştırarak onu kurtarmak istemiş gibi bir sonuç çıkıyor ortaya.
Bütün bu ilişkiler ağında. Amy’nin büyükannesiyle bağı dışında sahici bir anlatı kalmıyor elimizde. Bu ilişkinin gerçek hayatta ne kadar sahici olduğuna dair bir veri yok. Ama en azından film dünyasında işliyor diğerlerinin aksine. Yine elimizde veri yok ama sanki Amy Winehouse’a yaşarken yakın olup hâlâ hayatta olanların çizdiği kırmızı çizgiler yapımı daha baştan kadük hale getirmiş. Buna bir de müzik piyasasının rekabetçi ortamının, sanatçıları zirve anlarında kullanabildikleri kadar kullanmayı dayatan piyasa işleyişinin anlatının parçası haline getirilemeyişi eklendiğinde elimizdeki film vasatın altında kalıyor.
“Back to Black” tutarlı bir anlatı inşa edemeyen, böylesi fenomen bir karakterin iç dünyasına girme becerisi gösteremeyen, bütünlüklü bir hikaye yerine skeç skeç ilerleyebilen bir yapım olmuş maalesef. Amy Winehouse’a dair bir merakınız var ama vaktiniz yoksa, belgeseli izlemeniz çok daha faydalı olacaktır açıkçası.”